Üzerinde çok şey yazılmış, çok yorumlanmış bir kişidir Pir Sultan Abdal. Sanatın, gerçek anlamda değerin kalıcılığı, zaman çarkına karşı alabildiğince direnir. Belki de zaman çarkına koşut biçimde döner. Gerçek sanatı, zaman kesiti değil, bireyin algılama süreci olarak tanımlayabileceğimiz zamanın tümü değerlendirir.
Pir Sultan Abdal budur işte. O, yaşadığı dönem ve ortamın dışına aşmış gerçek bir ozandır. O’nu asanlar, O’nun deyişlerini silememişlerdir. O’nu yargılayanları, tarih çoktan süpürüp çöplüğe atmıştır, ama O kalıcı olmuştur. O yokluklar içinde kıvranırken, bir koyunun kuzusu için yazdığı sözcükler birey belleğinde iz bırakmıştır. Ölüm buyruğunu verenler ise, konaklarında yüzlerce ayakçı ve koruma ile yaşamışlar ne yazık ki, yalnızca O’nun kin dizelerinde lanetle anılan adlar olarak kalmışlardır.
Söylenceye dönüşen bir yaşam
Pir Sultan Abdal’ın yaşamını dört başı bayındır olarak niteleyen Cemal Süreya, söylence sözcüğünün anlamını şöyle özetler : “Olayların ya da kişilerin, kitlenin ortaklaşa düşgücünde değiştirilip abartılması, yeni görüntüler kazanması.”
Bir yerde ütopya anlamını da taşır efsane sözcüğü. Kitlenin birtakım derin özlemleri vardır; kitle bir olayı, bir kişiyi, o özlemler çerçevesinde hayatın atomlarını indirir. Onu kendine özgü bir dışavurum biçimi haline getirircesine çarpıtır, düzeltir. Ama içinde o özlemin karşılığını taşımayan bir efsane değeri kazanamaz. Bunun için sözkonusu olayın ya da kişinin elverişli olması gerekir. Dikkat edersek, yurdumuzda efsaneleşme koşulları bu ana ögelerin bir araya gelmesi, ya da bunlardan birinin ilginç biçimde başat olmasıyla tamamlanıyor.
Nelerdir bunlar ? Sanırım şunlardır : mazlumluk (ezilmişlik), haklılık, haklılığın kitlenin hak anlayışıyla birleşmesi, bir de gözüpeklilik. Efsaneleşmiş kişide, efsaneleşmiş olayda kimi zaman bu ögeler yan yana gelir. Kimi zaman sadece birinin çektiği derin çizgi, o olayı bir efsane, o kişiyi bir efsane kişisi haline getirir. Kısacası, efsane, halk duygusunun, bir ortaklaşa bilincin malıdır. (Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, Ada Yay. İstanbul 1976)
Pir Sultan Abdal’ın yaşam öyküsü, bütün bu ögeleri içerir. Olay üç önemli kişilik üzerinde kurulmuştur. Pir Sultan Abdal (mazlum), Hızır Paşa (zalim) Pir Sultan Abdal’ın musahibi Ali Baba (dönek) olarak bu söylencede yerlerini alırlar.
Günümüzde, Sivas topraklarında söylencenin canlı izlerini süreriz. Yıldız Dağı sırtlarındaki taş yığınını andıran bir yer için “Pir Sultan’ın Ağılı” tanımlaması kullanılıyor. Banaz’ın ortasında eski bir tekke ayakta kalmak için son direnişini verir gibi duruyor. Bakımsız küçük bir bahçe içinde yer alıyor. Yakın zamana dek, halkı kubbesi altında birleştirici işlevini sürdürmüş. Söylendiğine göre, tekkedeki çok sayıda yazma kitap kısa süre önce yitmiş. Şimdi boş, loş ve nemli tekkede üç dört boş tabut durmakta. Tekkenin hemen başucunda bir kaya yer alıyor. Bu, bir tür “dilek kayası”. Kayanın altında mumlar yakılır, dilekler dilenir, adaklar adanır. Biraz ileride ise, köyün ortak pınarı ve yunağı bulunuyor.
Çok renkli giysiler içinde, Pir Sultan Abdal’ın bacıları pınar başında çalışıyorlar. Köyü boylu boyunca geçip, Pir Sultan Abdal yontusu görülüyor.
Köyün içinde Pir Sultan Abdal’ın bir anısı daha var. Bu kocaman bir kaya. Kayanın ucunda üç parmak kalınlığında bir delik yer alıyor. Söylenceye göre, Pir Sultan Abdal, bu kayayı asasının ucuna takıp Horasan’dan getirmiştir. Önceleri köyün bir başka yerinde bulunan kaya, 1979 yılında şimdiki durduğu küçük bahçeye yerleştirilmiş. Bu küçük bahçe ise Pir Sultan Abdal’ın bostan yeridir.
1979 yılında yapılan Pir Sultan Abdal heykeli Banaz’ın kuzeyindeki tepe üzerinde kondurulmuş. Köye yaklaşık yarım km. uzakta. Yontuda, Pir Sultan Abdal, bağlamasını iki eli ile başının üzerinde tutuyor. Yüzü ise Yıldız Dağına dönük. Yontunun yer aldığı bu tepenin üzerinde bir düşek bulunuyor.
Bir harman yeri büyüklüğündeki alan, Pir Sultan Abdal’ın oğullarından Seyit Ali Sultan’ın adını taşıyor. Seyit Ali’nin cem yapıp semah döndüğü yer olarak biliniyor. Orada bulunan taş yığını, Seyit ali’nin ya oğullarından birinin mezarını simgeliyor. Pir sultan’ın mezarı Banaz’da değil.
Akla yatkın bir anlatışa göre, Pir Sultan asıldıktan sonra Sivas’ın Kepçeli mezarlığına gömülmüştür. Kızılbaşlarca gizli gizli ziyaret edilen mezar, bir süre sonra yitip gitmiştir. Bu nedenle günümüzde Pir Sultan Abdal’ın mezarının yeri bilinmez.
Hızır Paşanın Pir Sultan ile ilişkisi de söylenceye dayanır. Buna göre Hızır Paşa, Sivas’ın Hafik İlçesi Sofular köyünde doğar. Pir Sultan’ın adını duyup Banaz’a gelir. Pir’den nasip alır. O’nun ilkin azapı (hizmetkarı) sonra mürüdi olur. Kapısında yedi yıl hizmet görür.
Günlerden bir gün Pir’e : “Bana himmet et de bir makama geçeyim” der.
Pir Sultan :“Hızır, sana himmet ederim, büyük bir adam olursun, sonunda gelip beni asarsın!” der
Hızır, Pir Sultan’ın himmetiyle İstanbul’a gider. Orada ilerler. Paşa olur. Sivas’a da vali gelir. Yoksul halkı ezmeye, haram yemeye, namus gözetmemeye başlar.
Sivas’ta bir Kara-Kadı, bir de Sarı-Kadı vardır. İkisi de haram yer. Bunun üzerine, Pir Sultan, köpeklerine Kara Kadı ve Sarı Kadı adlarını verir. Bunu duyan kadılar, Pir Sultanı Sivas’a getirtip sorguya çekerler.
Pir Sultan :
“Evet, benim köpeklerim sizden iyidir. Siz haram
yersiniz, benim itlerim haram yemez.” der.
“Nerden biliyorsun ?” diye sorarlar.
“İsterseniz deneyelim” diye karşılık verir.
Şehrin hacıları, hocaları toplanır. Gizlice bir kap haram, bir kap da helal yemek hazırlatırlar. Kadılar oturup haram yemeği yerler. Bu kez köpekler getirilir. Köpekler, yemekleri kokladıktan sonra, haram yemeği bırakırlar, helal yemeği yerler. Bunu gözleriyle gören hacılar, hocalar :
“İyi köpek kötü kadıdan üstündür” derler.
Bunun üzerine Pir Sultan kadıları yeren bir deyiş söyler. Bu sırada Hızır Paşa’nın buyruğu üzerine, kocabaşlı Kör Müftü, “Şah” kelimesinin anılmasını yasaklayan, anaların ise dillerinin kesilip öldürüleceğini bildiren bir “fetva” verir. Pir Sultan Abdal, bu fetvayı dinlemez. Nereye gitse “ela gözlü” şahını över. O’nun yolunda ölümü göze aldığını bildirir. Bunu duyan Hızır Paşa, Pir Sultan’ı Sivas’a çağırır.
Hızır Paşa eski Pirine ilkin saygı gösterir. O’na güzel yemekler hazırlatır. Pir Sultan bu yemekleri yemez.Hızır Paşa nedenini sorunca Pir Sultan:
“Sen yoldan çıktın, haram yedin, yetimlerin ahını aldın, bu haram yemekleri ben değil, köpeklerim bile yemez.” der.
Pencereden seslenip Banaz’daki köpeklerini çağırır. Yemekleri köpekler de yemez. Buna kızan Hızır Paşa, Pir Sultan’ı Sivas’ın Toprak Kalesine atar. Ne de olsa eski Pir’i olduğu için kıymak istemez. Bir süre sonra Pir Sultan’ı huzuruna çağırtır. İçinden “ŞAH” adı geçmeyen üç deyiş söylerse, bağışlayacağını söyler.
Pir Sultan Abdal söylediği üç deyişte de, baştan sona Şah’ı anar. Hızır Paşa büsbütün öfkelenir. Şeyhin asılmasını ister. Sivas’ta Keçibulan denen yerde darağacı kurulur. Pir Sultan asılmağa giderken, çoluk çocuğunun yas tutmamasını dileyen bir deyiş söyler.
“Ali Baba eğer söze uyarsa
Emir Hudadandır Beyler kıyarsa
Ala gözlü yavrularım duyarsa
Alın çözüp kara bağlamasınlar.”
Hızır Paşa bir buyruk daha verir. Pir Sultan asılırken halkın Pir’i taşlamasını ister. Taşlamayanların ise öldürüleceğini bildirir. Pir Sultan Abdal’ın müsahibi Ali Baba buyruğa uymak zorunda kalır. Ancak taş atmaya kıyamaz ve aldığı bir gülü atar. Pir Sultan atılan taşlardan çok bu gülün kendisini yaraladığını bildiren son deyişini o zaman söyler. Pir Sultan Abdal idam edilir.
Ertesi sabah kahvede toplanan halk Pir sultan’ın idam edilişini konuşmaya başlar. İçlerinden biri :
“Hızır Paşa bu gece Pir Sultan’ı astırdı” der. Bir başkası :
“Olamaz, ben O’nu bu sabah Koçhisar yolunda, Seyfebeli’nde gördüm” der. Bir üçüncüsü :
“Ben Malatya yolunda, Kardeşler gediğinde gördüm” diye karşı çıkar. Bir dördüncüsü :
“Yeni-Han yolunda, Şahna geçidinde” gördüğünü söyler. Beşinci bir kişi :
“Tavra Boğazında” karşılaştığını bildirir.
Topluca, darağacının bulunduğu yere giderler. Bakarlar ki, darağacında Pir Sultan’ın hırkası asılı duruyor, kendisi yok. Darağacından inip yola düşen Pir Sultan’ın peşine askerler düşer. O’nu yakalamak isterler. O sırada Kızılırmak Köprüsünün öte başına geçen Pir Sultan :
“Eğil Köprü” der. Köprü eğilir ve suya batar. Irmağın beri tarafında kalan askerler bir şey yapamadan geri dönerler.
Pir Sultan Abdal, doğruca Horasan’a gider. Şah’ın huzuruna çıkıp iki deme söyler. Oradan Erdebil’e gider ve orada ölür. Orada gömülür. “
Pir Sultan söylencesinde birkaç veriyi şöyle özetleyelim. Pir Sultan’ın ocağında büyüyen Hızır Paşa, yediği yemeği inkar eden bir haindir. Pir Sultan eski öğrencisinin yanlışlarını onaylamamıştır.
Yolkardeşi Ali Baba ile bu direnişe girmiştir. Ali Baba ölüm korkusu karşısında döneklik yapmıştır ve Pir Sultan asılmıştır.
Pir Sultan’ın kimi şiirlerinde bir ayaklanma hazırlığı içersinde olduğunu göstermektedir.
“Yetmiş üç er idik girdik bu yola
Yalbırdaki kılıçlar hep aldık ele
Mevlam Kur’an nasip olsa bir kula
Kudretten okunur onun yasini”
Toplu bir ayaklanma yaşanır. Yetmişüç kişilik kalabalık arasında Pir Sultan aranır. Pir Sultan bu evrede Ali Babadan yardım ister. Ne var ki, korkudan Ali Baba yardım etmez.Bunun üzerine Pir Sultan Abdal :
“Hani benim ile lokma yiyenler
Canı başı dost yoluna koyanlar
Sen ölmeden ben ölürüm diyenler
Dostlarım geriye kaçtı bulunmaz.”
dizelerini okur.
Müsahibi Ali Baba taş yerine bir gül atar, oysa bu gül atılan taşlardan daha çok yaralar Pir Sultan’ı :
“Şu kanlı zalimin ettiği işler
Garip bülbül gib zareler beni
Yağmur gibi taşlar yağar başıma
Dostun bir gülü yareler beni.”
Söylenceyle tarihin örtüştüğü noktalar bizi bir insana götürür. Bu insan, tüm sesi ile Anadolu insanının duygularını ve düşüncelerini yansıtır. Cemal Süreya, ün ile söylenceyi şöyle karşılaştırır :
“Ün, türlü koşullar içinde koşuyu kazanan bir attır. Efsane, koşuyu kaybetse de, “kaybettikten sonra da” koşuyu sürdüren bir at. Zapata’nın atı gibi. Vurulduktan sonra da uçan bir kuş. Halk onu alır, can kafesinin içine sokar, orda besleyip durur can yongasıyla. Budur efsane. Efsanemiz ise başkalarının yazgısında
|